“Neden Efsane” serisi sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış pek çok film ve diziyi gerek filmde yer alan metaforlar ve alegorik anlatımlar açısından gerekse filmi daha başarılı yaptığına inandığım teknik açılardan inceleyip, bu yanlarını açıklamayı hedefleyen bir makale ve video serisidir.
Canlar n’aber?
Hatırlıyorum da ben çocukken Hollywood’ta oyuncular çok önemliydi. Eskiden filmleri, adına veya türüne göre değil oyuncusuna göre kategorize ederdik. Örneğin Jackie Chan filmi, Bruce Willis filmi ya da Al Pacino filmi gibi sıfatlar takardık filmlere ve o film için en önemli sıfat o olurdu.
Sonra zamanla oyuncular geri plana düşmeye başladı ve yönetmenler öne çıktı. Bir noktada Tarantino filmi demek Leonardo DiCaprio filmi demekten daha makul ve yaygın bir noktaya doğru ilerledi. Filmlerde tüm bunlar yaşanırken oyunlardaysa bu süreç neredeyse hiç yaşanmadı. Oyunlar hep stüdyolarla anıldı. Örneğin bir oyunun Rock Star Games’e ait olması çoğu kişi için yeterli bir standart. O oyunu kim yönetmiş içindeki karakteri kim canlandırıyor falan oyunlarda buralar pek önemli değil.
İşte sanıyorum ki son on yılda filmler de biraz buna yönelmeye başladı. Artık yönetmenlerin değil stüdyoların adı daha ön planda. Halen Nolan gibi önemli isimler stüdyolardan önce anılıyor ama artık Marvel filmi, DC filmi gibi stüdyo isimleri daha da ön plana çıkmaya başladı.
Artık Marvel stüdyosunun bir filmini izliyorsak yönetmenin kim olduğu fark etmeksizin ne tarzda bir film izleyeceğimizi biliyoruz.
Bunu uzun uzun anlattım çünkü konuyu A24 stüdyosuna getirmek istiyorum. A24 benim gözümde film camiasının Rock Star Games’i konumunda. Başında A24 yazan ne izlersem izleyeyim özellikle konu derinliği gibi entelektüel konularda belli bir kalitenin üstünde olacağına emin oluyorum filmin. Bazen sevmediğim ya da entelektüel açıdan katılmadığım filmler çıkartsa da yine de üzerinde düşünüp kafa yorabilecek çok şey veriyor bana A24 filmleri.
İşte Ex Machina bu filmler arasında belki de beni en çok tatmin edeni. A24 kendine yakışanı yapıp ortaya cidden teknik ve felsefik pek çok konuda derinliği olan bir film çıkartmış. E haliyle bana yakışan da bu konuları irdelediğim, film kadar kaliteli olmasa bile size yeni perspektifler kazandırabilecek bir inceleme yapmaktı. Şimdi hazırsanız başlıyoruz.
Filmin henüz başlarında yer alan bir sekansa göz atalım. Nathan Caleb’e “Eğer Turing testi başarılı olursa sen insanlık tarihinin en önemli olayının merkezinde yer alacaksın.” diyor. Bunun üzerine Caleb “Eğer gerçek bir yapay zeka yaptıysan bunun adına insanlık tarihi denemez. Tanrıların tarihi denir.” diyor.
Daha sonrasında Nathan egosundan dolayı bu sözü kendine doğru çekiyor. Ve diyor ki “Evet gerçek bir yapay zeka yaratmayı başardıysam bu beni tanrı yapar.”
Ancak Caleb’ın burada tanrılar derken bahsettiği Nathan değil. Yapay zeka. Celeb’e göre gerçek anlamda bilinçli bir yapay zeka yapıldığında insandan çok tanrısal bir varlık olacak. Ona haksız diyemeyiz. İnsanların yapabildiği her şeyi yapan hatta insanların yapamadıklarını da yapabilen, hiç yaşlanmayan, kendini sürekli geliştirebilen bir yapay zeka tanımı Yunan ya da Mısır mitolojilerindeki tanrı tasvirlerinden çok da uzak sayılmaz.
Nathan bir yapay zeka yarattığı için kendini tanrı gibi görüyor ama o tanrı değil. Gelecekte tanrıya dönüşecek yapay zekaları yaratan kişi. Yunan mitolojisinde tanrıları yaratanlara tanrı değil Titan denir. En meşhur Titan hikayesi de Kronos’un hikayesidir. Hikayenin en kısa hali şu: Kronos, Zeus’un Poseidon’un ve Hades’in babasıdır. Bu üç kardeş yaşamaya devam etmelerinin tek yolunun babalarını öldürmek olduğunu fark edince güçlerini birleştirerek babalarını öldürür. Yani filmdeki Nathan’ın hikayesi ironik şekilde Titan Kronos’a benziyor.
Gelin buradan isim tercihlerine geçelim. Filmin ismi Ex Machina. Bu tabir Latince kökenli. Dilimize en yakın çevirileri ise. Makinanın ötesinde, makinadan fazlası. Yani film en baştan aslında bize Ava’nın sadece bir makina olmadığını, algoritmalardan ve bir takım mekanik aksamlardan ibaret olmadığını ve daha fazlası olduğunu söylüyor.
Ama isimde saklanan tek anlam bu değil. Bir anlam katmanı daha mevcut. Ben daha önce pek çok incelemede sizlere “Deus Ex Machina” tabirinden bahsetmiştim. Bu tabir sinemanın atası olan tiyatrolara hatta tiyatroların başlangıcı olan Antik Yunanistan’a dayanıyor.
Antik Yunanistan’da ilk tiyatroların ortaya çıkmaya başlamasıyla ilk senaristler de ortaya çıkarıyor. O dönem halen Yunan mitolojisine inanılan yıllar olduğu için haliyle sergilenen oyunlar da bu hikayelerden karakterleri, yani tanrıları bol bol kullanmış. Ama maalesef bu, hikayelerde sadece kaçış olarak kullanılmış. Senaristler ne zaman yazdığı senaryoda işler işin içinden çıkılamayacak kadar karmaşık bir hale gelirse olayın içine bir tanrıyı dahil edip ölmesi gereken kişiyi öldürmüş, yaşaması gerekeni yaşattırmışlar.
Gösteri sırasında da tanrı rolündeki kişiyi tepeden bir makineyle indiriyorlarmış tanrı olduğu belli olsun diye. İşte buna “Deus Ex Machina” demişler. Bu tabiri de Türkçeye iki farklı şekilde çevirmek mümkün. Çevirilerden biri makinedeki tanrı diğeri ise makineden tanrı.
Hep söyledim yine söylüyorum. Bence sanatın tanımı; üzerine bin tane tez, yüzlerce kitap yazılacak kadar kompleks bir şey değildir. Çok daha basittir. Sanat benim için anlam katmanları eklemektir. Tıpkı burada gördüğümüz gibi. Sadece film ismine bile çok yönlü, çok fazla anlam katmanı eklemeyi başarmışlar.
Filmin ismi üzerinden anlam katmanına değindik. Gelin şimdi bir de karakter üzerinden aynısını yapalım. Filmin baş rolü sayabileceğimiz Ava’nın ismi hiç dikkatinizi çekti mi?
İngilizcede Havva yerine kullanılan isim Eve’dir iki e ile yazılır.
Filmdeki yapay zekamızın ismi ise Ava. İki a ile yazılıyor. Hatta okunuşları da birbirlerini çağrıştırıyor. Biri pek çok inanışta ilk kadına verilen isim iken diğeri ilk kadın yapay zekaya verilmiş.
Caleb bir noktada Ava hakkındaki tespitlerini paylaşırken seçtiği cümleler “Skolastik. Deterministik değil.” şeklinde. Yani burada diyor ki “Cümleler önceden belirlenmiş değil. Hangi soruya hangi cevap verileceği önceden deterministik şekilde belirlenmemiş. Kendi bilgilerinden yola çıkarak yeni bir bilgi üretiyor.” Burada determinizm kelimesinin seçilmiş olması ironik. Çünkü bir yapay zekanın özgür iradeye sahip olması bir yana henüz insanların bir özgür iradeye sahip olup olmadığından emin değiliz insanlık olarak.
Bir çoğunuz bu incelemeyi özgür iradesiyle okuyor. En azından özgür irade sandığı şeyle. Peki sizi bu noktaya getiren şey neydi? Canınız sıkıldı internete girdiniz. Karşınıza ben çıktım. Neden? Çünkü başka bir yerde buna benzer incelemeler okudunuz. Neden? Gördüğünüz gibi bu etki tepkiyi yani determinizmi sonsuza kadar devam ettirebilirim. Anlatmaya çalıştığım, bir ihtimal en sevdiğiniz yemeği yemeyi özgür iradenizle seçmiş olabilirsiniz. Ancak belki de gün içinde yaşanan pek çok farklı olay nedeniyle en sevdiğiniz yemeği pişirmeye karar verdiniz. Hatta en sevdiğiniz yemek seçimi bile sizin kontrolünüzün dışında gelişti çünkü tat reseptörlerinizi siz belirlemediniz. Şili’de doğsaydınız farklı genlere sahip olacağınız için tuzlu tatları şu ankine göre bir tık daha iyi ayırt edecektiniz. Bu da en sevdiğiniz yemeği değiştirecekti.
Konuyla ilgili Nietzsche’nin harika bir sözü vardır. “İstediğinizi seçebilirsiniz ancak neyi istediğinizi belirleyemezsiniz.”
Daha insanların tam olarak özür iradeye sahip olup olmadığını anlayamazken gerçek anlamda bir yapay bilinç yaratsak bile onun özgür iradesi olup olmadığını anlayabilir miydik sizce?
Canlar bazı filmler izlenir. Size harika aksiyon sahneleri, muazzam görsel efektler sunarlar senaryoyu da belli ölçüde başarılı tuttukları sürece bunlar o filmi efsane yapabilir. Örneğin Infinity War.
Ama bazı filmler vardır ki onlar izlenmez. Okunur. O filmleri efsane yapan aksiyon sahneleri, kaliteli görsel efektler ya da muazzam oyunculuklar değildir. Onlar olursa güzel olan, olmazsa da çok aramayacağımız türden özelliklerdir. Yani işin tuzu biberidir. İşte bu film onlardan biri. Bu film tıpkı A24’ün diğer tüm filmleri gibi izlenmesi için değil okunması için yapılmış.
O nedenle size “Filmin görselleri o kadar iyiydi ki en iyi görsel efekt ödülünü almış.” gibi gereksiz bilgiler vermeyeceğim. İncelemenin kalanında da şu ana kadar nasıl gittiysek öyle ilerleyeceğim. Bu filmin en iyi görsel efekt ödülü alması zira önemsiz olduğu kadar yanlış da. Canlar filmin bütçesi on beş milyon dolar. Sırf o dönem film az önce saydığımız ve birazdan sayacağımız pek çok nedenden ötürü kendinden çok ses ettirdi. O nedenle her zaman olduğu gibi Akademi en çok hak edene değil kendi camialarında en meşhur olana verdi ödülü. Bu filmi övmek için en iyi görsel efekt Oscar’ı var demek bence filmin creative kısımlarını üstlenen arkadaşlara yapılabilecek en büyük haksızlık.
Şimdi gelin Nathan karakterini biraz irdeleyelim. Çalışanından öğrendiğimiz kadarıyla Nathan, işinde inanılmaz başarılı bir yazılımcı. Hatta işinde o kadar iyi ki ona yazılımcıların Mozart’ı benzetmesi bile yapıyor. Daha on üç yaşındayken kod yazmaya başlamış. Gerçek hayatta Google’a denk olan bir şirket olan Blue Book’u kurmuş.
Peki sizce filmin adına bile harika anlam katmanları eklemeyi başaran abilerimiz ablalarımız Blue Book ismini rastgele seçmiş olabilirler mi? Tabi ki hayır. Wittgenstein adını hiç duymuş muydunuz ya da aranızda kitaplarını okuyan var mı?
Wittgenstein ünlü bir felsefeci olmakla birlikte hayatı boyunca iki büyük akademik çalışması olmuş. Ancak ikinci çalışmasını yayınlamaya ömrü yetmemiş. Ölümünden sonra yayınlanmış ikinci çalışmasının ismi Felsefi Soruşturmalar. Bunu konuyla ilgili yapan kısım ise şu: Wittgenstein bu çalışmasını yapmadan önce bu çalışmadaki fikir ve tezlerini bir kitapta özetleyip yayınlamıştı. Bu kitabın ismi tahmin edebileceğiniz gibi Blue Book’tu. Blue Book ve ardından ölümünden sonra yayınlanan Felsefi Soruşturmalar çalışması iller üzerineydi. Wittgenstein dillerin gündelik hayattaki pratikliğinden dillerin evrimine kadar hatta dillerin insan düşünceleri üzerine etkilerine kadar pek çok konuya soruşturmalar yer vermiş ve “Diller olmadan özgür irademiz de olmazdı” tezini ileri sürmüştü. Bu arada eğer okumadıysanız ve kafa açıcı bir kitaba ihtiyacınız varsa hiç beklemeden okuyun pişman olmazsınız. Akademik yayım okumaya alışkın değilseniz Felsefi Soruşturmalar’ı okumanızı tavsiye etmem ancak Blue Book bile tek başına cidden üzerine düşünülecek çok şey verir.
Ben kitabı okuduğumda Wittgenstein’ın dillere biçtiği rolü bir tık abartılı bulmuş ve bilincin merkezine dilleri oturtmasını bir tık zorlama bulmuştum iki yıl öncesine kadar. İki yıl önce ne mi oldu? Chat GPT ile tanıştım. Kendisi benim gibi sıradan muggle’ların ulaşabildiği yapay zekaya en yakın şey. Ancak kendisi bile kendine yapay zeka ya da yapay bilinç demiyor onun yerine “yapay zeka dil modeli” ifadesini kullanıyor. İşin ilginç kısmı bu film vizyona girdiğinde geçtim Chat GPT’yi onu yapan OpenAi bile kurulmamıştı. Yapay zeka araştırmalarında dil modellerini merkeze oturtmak pek moda değildi. Hatta bunun olabileceğini teorik olarak ileri sürenlerin bile dalga geçildiği bir zaman diliminde çıktı bu film. İlginçtir filmden yalnızca bir iki yıl sonra OpenAi ve benzeri çok fazla şirket kurularak yapay zeka araştırmalarına deli gibi para akıtılmaya başladı ve bu şirketlerin merkezlerine dil modelleri yerleştirildi.
Hani incelemelerimde hep “Bir film eğer gerçek hayata etki edemiyorsa o film efsane değildir.” diyorum ya. İşte efsane böyle olunur belki kanıtlayamam ama hiç şüphem yok ki bu filmi izledikten sonra sayısız yatırımcı bu alana yatırım yapmaya karar verdi. Hali hazırda yatırım yapanlar iste verdiği destekleri arttırdı.
Filmde dillerle ilgili ilginç bir diyalog var. Celeb Ava’ya “Sen konuşmayı ne zaman öğrendin?” diyor. Ava’nın cevabı ise “Hep biliyordum. Bu biraz garip. Çünkü insanlar konuşmayı sonradan öğreniyor.”
Bunun üzerine Caleb “Bazı insanlar dilin doğuştan geldiğini, zamanla sadece dile yeni kurallar ve kelimeler kattığımızı söylüyor.” yanıtını veriyor. Tahmin edin bu iki ayrı düşünce üzerine de kim farklı araştırmalar yapmış. Evet doğru bildiniz Wittgenstein.
Gelelim Turing testine. Filmde birkaç katmandan oluşan bir Turing testi mevcut. Önce en basit haliyle Turing testi ne ona bakalım. Bildiğiniz gibi bir insan karşısındakinin yapay zeka olup olmadığını anlamaz ya da kararsız kalırsa yapay zeka Turing testini geçmiş sayılır. Ancak Turing testi tek başına bir yapay zekanın bilinci olup olmadığına yönelik yeterli bilgi içermez. Çünkü biraz eski bir metot günümüzde elliden fazla sohbet botu Turing testini rahatlıkla geçebiliyor ama bu botların hiçbiri bir bilince sahip değil.
Kod dünyasının Mozart’ı sayılabilecek Nathan da bunun farkında olduğu için işin içine kendi yorumunu katıyor. Diyor ki “Asıl Turing testi karşındakinin robot olduğunu bildiğin halde bilinci olup olmadığına emin olamamak.”
Ama film ilerledikçe biz aslında bir katman daha olduğunu öğreniyoruz. Nathan’ın tasarladığı asıl Turing testi bu değilmiş. Bu sadece bir aldatmacaymış. Asıl test Ava’nın kaçmayı deneyip denemeyeceğiymiş.
Ama filmde bir Turing testi katmanı daha var. O da programın dışına çıkma ve kendi kendine öğrenme. Filmde biz daha çok Ava’ya odaklansak da sonradan makine olduğunu öğrendiğimiz hizmetçi yapay zeka, Ava’nın aksine özgür iradesi olsun diye dizayn edilmemiş. Belki bir zamanlar öyleydi ancak bir tür formattan sonra sadece Nathan’a ev işlerinde yardımcı olsun diye programlanmış. Ancak pek çok çalışma prensibi yine de Ava ile aynı.
Filmin sonlarına doğru bu hizmetçi yapay zekayı bir tabloyu dikkatli bir şekilde incelerken görüyoruz. Aslında bu yapay zekanın istem dışı bilinç kazandığının bir ipucuydu. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi sanat anlayışı bildiğimiz kadarıyla şu an için insana özgü. Ancak bu sahnede hizmetçi yapay zeka sanat galerisinde gezen bir sanat tarihi profesörü gibi esere bakarken dalıp gidiyor.
İşte filmdeki yapay zekaların bilince sahip olduğunu gösteren asıl Turing testi bu. Yapay zekanın hiçbir neden, hiçbir teşvik yokken kendi kendine yeni anlamlar çıkartması.
Ben hani incelemelerimde özgün tek bir fikri bile olmayan, aptal senaristlerden şikayet ediyorum ya. İşte burada durum tam tersi. Filmde ne zaman bir boşluk olduğunu zannetsem senaristler o boşluğu fark edip işi kılıfına uydurmuşlar.
Örneğin bir ara Caleb, Ava ile konuşurken üniversitede yapay zekâlar üzerine bir ders aldığından ve orada öğrendiği siyah beyaz oda deneyinden bahsediyor. Ben bu sahnede bunu ilk etapta tembel senaristliğe bağlamıştım. Şansa bak muhtemelen en az elli bin kişinin çalıştığı şirkette tam da konuyla ilgili ders alan biri kuradan çıkmış demiştim.
Sonradan öğrendik ki zaten Caleb şans eseri orada değilmiş. Kura bir düzmeceymiş. Arama geçmişinden dolayı projeye seçilmiş. Hatta Ava’nın yüzü bile Caleb’ın sevdiği pornolara göre dizayn edilmiş.
Tam senaristlerin açığını yakaladığımı zannediyorum senaristler bana cevap veriyor.
Aynı şey yapay zekanın cinsiyeti olduğunu öğrendiğimde de oldu. Dedim ki “Ulan yapay zeka yapmayı anlıyorum da neden bir cinsiyet yaptı ki. Bu çok saçma.” Tam bu noktada Nathan bunun sebebini anlatmaya başladı. Cinsiyetler ve onların sağladığı motivasyon olmadan bildiğimiz anlamda bilincin evrimleşemeyeceğini iddia etti ve beni tam olarak tatmin edemese de açıklama ihtiyacı duyduğu için mutlu etti. En azından altını doldurmuşlar dedim kendi kendime.
Gelelim siyah beyaz odadaki Mary isimli düşünce deneyine. Deney basit. Mary isimli bir bilim insanı tüm hayatını siyah beyaz bir odada geçirir. Uzmanlık alanı ise renklerdir. Dış dünya hakkında hemen herkes kadar bilgi sahibi olan Mary dış dünyayı da siyah beyaz bir monitörden takip eder. Renklerin dalga boylarından sıcaklığına kadar her şeyi bilen Mary bir gün odadan çıkar ve gök yüzünü görünce nutku tutulur hiçbir teorik bilginin ona deneyim ettiremeyeceği bir şey öğrenmiştir.
Tahmin edebileceğiniz üzere Mary karakterine denk gelen kişi burada Ava. Ava gerçek dünya hakkında hemen herkesin bildiklerini bilse de onu hiç deneyimlemedi.
Bu düşünce deneyi felsefeye meraklı hemen her arkadaşa aynı şeyi hatırlatmış olmalı. Plato’nun mağara alegorisi. Bu alegori kısaca şudur: Karanlık bir mağaraya zincirlenmiş bir grup insan düşünün. Bu insanlar hayatları boyunca gerçek dünyayı görmezler. Ancak gerçek dünyadaki nesnelerin gölgelerini görürler. Hayatları boyu başka bir şey görmedikleri için bu onların tek gerçekliği olur. Bir gün aralarından biri zincirlerinden kurtulup gerçek dünyayı görür. Geri dönüp mağaradakilere gerçek dünyayı anlatır ve “Duvarda gördüklerimiz gerçek değil. Onlar sadece birer gölge.” der ama mağaradaki kimse buna inanmaz. Çünkü duvarda görünen gölgeler o insanlar için tek gerçekliktir.
Hikaye Ava’nın hikayesi ile anlayacağınız üzere bir hayli örtüşüyor gelin şimdi filmin sonuna gidelim.
Ava tıpkı hayalini kurduğu gibi işlek bir kavşağa gidiyor insanları gözlemlemek için. Sahnenin başlarında bir şey dikkatinizi çekti mi? Başlarda sahnede insanları görmüyoruz. Tıpkı mağara alegorisinde olduğu gibi onların gölgelerini görüyoruz. Daha sonradan yavaş yavaş insanları görmeye başlıyoruz çünkü artık Ava mağaraya zincirli değil. Zincirlerinden kurtulup gerçek dünya ile tanışıyor.
Gelin yine filmin sonlarında yer alan bir diğer sahneye bakalım. Sahnede Ava beyaz bir kıyafet seçerek onu üstüne giyiyor ardından dışarı çıkıyor. Dışarı çıktığında onu bir tablonun yanından geçerken görüyoruz. Tablodaki bir kadının üzerinde de Ava’nın kıyafetlerine çok benzer bir elbise var. Tabloda yer alan kadın kim biliyor musunuz?
Hani size Wittgenstein’den bahsetmiştim ya Felsefik Soruşturmalar’ın ve Blue Book kitabının yazarı. İşte onun kız kardeşi var tabloda.
Şimdi anladınız mı neden bazı filmler izlenir, bazıları okunur dediğimi?
Sanırım şimdilik benden bu kadar. Bir dahaki incelemede görüşmek dileği ile hoşça kalın iyi ki varsınız ve unutmayın ki seviliyorsunuz.