“Neden Efsane” serisi sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış pek çok film ve diziyi gerek filmde yer alan metaforlar ve alegorik anlatımlar açısından gerekse filmi daha başarılı yaptığına inandığım teknik açılardan inceleyip, bu yanlarını açıklamayı hedefleyen bir makale ve video serisidir.
Filmi izleyen insanların; yaklaşık üçte birinin filme bayıldığını, üçte birinin filmde aradığını bulamayıp sıkıldığını, üçte birinin de filmde sıkılmış olsalar da sanki çok beğenmiş gibi yaptıklarını biliyorum. Evet belki bunu kanıtlayamam ancak bireysel gözlemlerim bana bunu söylüyor. Hatta filmi beğenmeyen arkadaşların şu an sırf Nolan’ı sevdiğim için bu filme ‘’Neden Efsane?’’ incelenmesi yaptığımı normalde ‘’Neden Efsane’’ye layık bir film olmadığı düşüncesini içlerinden geçirdiklerini duyar gibiyim. Umarım inceleme bitene kadar o arkadaşların fikirlerini değiştiremesem de onlara farklı bir bakış açısı kazandırmayı başarırım.
Ama uyarmadı demeyin filmin ‘’Neden Efsane?’’ olduğunu anlatabilmek için en az iki farklı mitolojiye, sayısız tarihi referansa ve çok sayıda bilimsel keşfin detaylarına gireceğim yani oldukça uzun bir inceleme sizi bekliyor. Bilginiz olsun.
Filozoflar tarih boyunca sanatın tanımıyla ilgili her zaman tartışmış ve hiçbir zaman net bir cevap ortaya koyamamışlardır. Ancak bence sanatın tanımı gibi bazı konular üzerine gereğinden fazla düşünmek sizi amaca götürmüyor aksine amaçtan uzaklaştırıyor. Dolayısıyla ben kendi adıma sanatı basit bir tanıma indirgemenin daha verimli olduğuna inanıyorum. Sanatın tanımı benim için çok basittir. Sanat bence anlam katmanları eklemektir.
Yaptığınız bir şey, bir olaya ya da anlatmak istediğiniz şeye yeni bir anlam katmanı ekliyorsa bence siz bir sanatçı, yaptığınız şey de bir sanat eseridir. Ben bu konuda hiç bir otorite olmadığım için kendi sanat anlayışımı oldukça esnetebiliyorum. Örneğin ben bazı karikatürleri bile sanat olarak tanımlıyorum. Hatta bazı insanların ağzından çıkan alıntıları bile sanat eseri olarak kabul ediyorum. Tıpkı Oppenheimer’in tarihe geçen o meşhur alıntısı gibi. “Şimdi ben ölüm oldum. Alemlerin yok edicisi!”
Bu söz her ne kadar Oppenheimer’e ait olmasa, o yalnızca bir alıntı yapmış olsa da bu Oppenheimer’in cümlenin ardına gizlediği anlam katmanlarını bence daha değersiz yapmıyor. Gelin önce o cümlenin ardında yatan anlam katmanlarına bir bakış atalım sonra da konuyu Nolan ile birleştirelim.
Oppenheimer bu cümleyi Bhagavad-Gita’dan alıntılamıştır. Bhagavad-Gita’da geçen cümleyse aslında biraz daha farklıdır. Çünkü orijinal metinde ‘ölüm’ kelimesi geçmez. Onun yerine ‘zaman’ kelimesi geçer. Yani cümlenin daha doğru çevirisi ‘’Ben şimdi zamanım. Dünyaların yok edicisi.’’ şeklindedir. ‘Zaman’ yerine ‘ölüm’ kelimesini kullanmak da aslında tam olarak yanlış değildir. Sadece biraz yoruma dayalı bir çeviridir.
On binlerce insanı sadece birkaç dakika içinde öldürebilecek bir silahı geliştirmekte en önemli role sahip birinin pişmanlığıyla böyle bir cümle söylemiş olması kendi içinde bile oldukça manidarken, cümlenin alıntılandığı kaynak olan Bhagavat Gita’nın tamamına odaklanarak tekrar yorumlama yaptığımızda ortaya çok daha farklı bir anlam çıkıyor. Size uzun uzun Bhagavat Gita’yı anlatmayacağım sıkılmamanız için. Sadece konuyla ilgili olan kısmını özetlemek yeterli olacaktır inanıyorum ki.
Bir tür vesayet savaşı yüzünden kendi kuzeni ve arkadaşlarıyla savaşmak zorunda kalan Arjun isminde bir prens, kendi akrabası ve arkadaşlarına karşı savaşmak konusunda tereddüt eder. Bunun üzerine hikayenin başından beri ona danışmanlık yapan Krishna isimli tanrı ‘’Hayır savaşmak zorundasın. Çünkü sen bir askersin ve askerler görevini yapmalıdır. Savaşların sorumlulukları askerlerin üstünde değildir. Sen savaşmak istemesen de bu savaş olacak.’’ gibi çok sayıda söylemle Prens Arjun’un üzerindeki baskıyı azaltarak tereddüt etmemesini sağlamıştır.
Sanıyorum hepiniz Prens Arjun ile Oppenheimer’ın ortak noktasını fark etmişsinizdir. Oppenheimer da savaşmak istemeyen, bunun gereksiz bir vesayet savaşından ibaret olduğunu düşünen biri olduğu halde o dönemin tırnak içerisinde ‘’tanrıları’’ tarafından ‘’Sen bir askersin ve savaşmak zorundasın.’’ baskısı görmüş biri.
Canlar Oppenheimer kadar zeki bir bilim insanının gözlem yeteneğinin zayıf olması pek olası değil. Eminim projeyi kabul ettiği andan itibaren başına gelecek pek çok şeyi öngörmüştü. Ve bu öngördüğü şeylerin belki de en önemlisi tarihin onu yargılayacağı gerçeğiydi. Oppenheimer bence adı gibi biliyordu öldükten onlarca yıl sonra bile devam eden bir etik tartışmanın fitilini ateşlediğini. İşte bu yüzden özellikle Bhagavat Gita’dan o cümleyi alıntıladı. Ölümünden yıllar sonra bile geçerli olacak bir etik savunma yapabilmek için. Bence Oppenheimer kendisi ve atom bombası hakkında sayısız kitap yazılacağını, sayısız film çekileceğini adı gibi biliyordu. Tüm bu filmleri çeken, kitapları yazan insanlara ‘’Beni suçlu ilan etmeden önce lütfen iki kez düşünün.’’ dedi bu cümlesi sayesinde.
Canlar cümleye sanat eseri dedim çünkü şu an bu metni yazarken bile sanki Oppenheimer bizzat benimle iletişim kurmuş gibi hissediyorum. Onu yargılamak istiyorum ama sanki karşımda mahcup şekilde oturmuş ve ‘’Lütfen beni yargılama. Ben sadece emirleri yerine getirerek kaçınılmaz sonucu gerçekleştirdim.’’ diyormuş gibi hissediyorum. İşte bu yüzden sadece doğru seçilmiş bir alıntıyı sanat olarak nitelendiriyorum. Peki Oppenheimer’ın ölümünden sonrasına uzanan bu harika savunması ile filmin ne alakası var? ‘’Oppenheimer’ın iyi bir alıntı yapmış olması filmi daha iyi yapar mı?’’ diye soruyor olabilirsiniz ama hiç merak etmeyin inceleme bittiğinde kafanızda hiç soru işareti kalmayacak.
Filmde Nolan, bu açıdan Oppenheimer’ı anladığı için Oppenheimer’ın bu savunmasına yer verildiğini biraz düşünerek kolayca fark edebilirsiniz. Bakın Nolan filme sadece ‘’Ve ben şimdi ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi.’’ cümlesini koymamış. Doğrudan Oppenheimer’ın kendini tıpkı Arjun gibi asker olarak gördüğünü ve yaptığı her şeyi kaçınılamaz diyerek yaptığını görebiliyoruz.
Örneğin filmde bir ara Oppenheimer’ı bir tür askeri üniformayla görüyoruz. Kendisi de bilim adamı olan bir arkadaşı onu uyarana dek üniforma üzerinde.
Film her ne kadar bir biyografi filmi olsa da, Nolan filmi bir kitap uyarlaması olarak çekmek istemiş. Neden böyle bir tercih yaptığı belli değil. Ama biraz onun gibi düşünmeye çalışırsam şu kanıya varıyorum: ‘’Sanırım ne yaparsam yapayım yakın zaman tarihçileri kadar iyi araştırma yapamam. O yüzden zaten bu konuyu enine boyuna araştıran, ardından da konuyla ilgili kitap yazanlara bakayım aralarında en çok hoşuma gideni uyarlarım” gibi bir mantık yürütmüş olabilir ama tabii bu sadece bir varsayım. Bir gün Nolan’la tanışırsam sorarım sebebini.
Nolan, Oppenheimer hakkında pek çok kitap ve makale okuduktan sonra Amerikan Prometheus kitabını feyz almış. American Prometheus, J. Robert Oppenheimer’ın Zaferi ve Trajedisi.
Hint mitolojisinde yer alan Arjun isimli prensin trajedisi ile Oppenheimer’in trajedisi birbirlerine oldukça benzeseler de ayrıldıkları noktalar da var. Arjun savaşma konusunda kararsızlık yaşadığında üstün bir varlık onu telkin edip etik kaygılarını gideriyordu. Daha sonrasında tanrı Arjun’u savaştığı için cezalandırmıyordu.
Ancak Oppenheimer hikayesinin son kısımları Yunan mitolojisinde yer alan Prometheus’un hikayesi ile daha çok benzeşiyor. Yine uzun uzun Prometheus’un hikayesini anlatarak sizi sıkmak istemiyorum ama kısa hikaye şu: Ateş sadece tanrıların kullanabildiği bir silahken Prometheus bu ateşi Olimpos dağından, yani tanrılardan çalarak insanlara veriyor. İnsanlar da ateş yakmayı ve kullanmayı öğrenince doğaya karşı mücadele etmeyi öğreniyorlar. Eskiden soğuk kışlarda tek çaresi tanrılar olan insanlar ateşle birlikte kış gibi zorlu şartlarla tanrıların yardımı olmadan da mücadele etmeyi öğreniyor. Tabi ki bu durum tanrıların, özellikle de Zeus’un hoşuna gitmiyor. O zamana dek kendilerine ibadet etmek zorunda olan insanların kendi başının çaresine bakabilmelerinin insanları tanrılardan uzaklaştıracağını düşünen tanrılar, Prometheus’u sonsuz bir ızdırapla cezalandırıyorlar.
Oppenheimer üzerinden okuma yapabilmemiz için önce bu hikaye üzerinden birkaç basit okuma yapmamız gerekiyor. Ama yine sizi sıkmamak için ve incelemenin asıl amacı mit okuması olmadığı için kısa tutmaya çalışacağım. Hikayeyi dinleyenlerin eminim bir kısmı, başta biraz zorlama gibi görünen ancak düşündükçe mantıklı gelen Prometheus’un aslında bilim insanlarını temsil ettiği okumasını yapabilmiştir. Zira bu zaten yaygın sayılabilecek bir okumadır.
Bir zamanlar ateş, sıradan insanlar için akıl almaz bir güçtü. Ancak Prometheus bize iyisiyle kötüsüyle, faydası ve zararlarıyla ateşi kullanmayı öğretti.
Bir dönem ise atom enerjisi, sıradan insanlar için akıl almaz bir güçtü. Oppenheimer bize iyisiyle kötüsüyle bu gücü kontrol etmeyi öğretti.
Şimdi dönelim Zeus’a hani şu Prometheus’a sonsuz işkence cezası veren Zeus’a. Zeus’un Prometheus’u cezalandırmasın altında yatan tek sebep aslında insanların tanrılara daha az ihtiyaç duyması değil. Az önce hikayeyi anlatırken kasıtlı olarak diğer motivasyonunu pas geçtim. Prometheus insanlara ateşi verdikten sonra Zeus bir süre insanları gözlemliyor ve iki sonuca varıyor. Birincisi az önce anlattığım insanlara daha az ihtiyaç duyulma mevzusu. İkincisi ise insanların ateşi kullanarak savaşlar başlatması. Ama asıl ilginç kısım şu: Zeus’un bu kadar öfkelenmesinin bir diğer nedeni Zeus’un uzamasını istediği bazı savaşların ise fazla hızlı sonuçlanması.
Kabaca büyük icatların sonuçlarının olduğunu ve sonuçlarının her zaman tek yönlü olmadığını, iyi niyet ile yapılan büyük gelişmelerin bile sonuçlarının iki yönlü olduğunu anlamış oluyoruz.
Filmde birkaç kez Oppenheimer’ın Nobel’i olmadığına değiniliyor. Konunun açıldığı ilk kısım asker abimiz ile Oppenheimer’ın ilk tanıştığı sekans. Orada abimiz Oppenheimer’a neden Nobel ödülü alamadığını soruyor. Oppenheimer ise ‘’Bakarsınız verirler. Sonuçta Alfred Nobel, dinamiti icat etmişti.’’ Diyor. Evet, doğru. Alfred Nobel dinamiti icat etmişti ama ister inanın ister inanmayın bunu hayatları sonlandırmak için değil insanların hayatını kurtarmak için yapmıştı. O dönem demir yolu inşaatlarında dağları delmek gerektiğinde ya da madencilikte falan patlayıcı olarak nitro griserin kullanılıyordu. Ve nitro griserin aşırı tehlikeli bir madde. Örneğin elinizde biraz nitro griserin olsun ve bir damlalıkla bir damla alın. Sonra görüş hizanızdan damlayı bırakın. Sonuç: Siz ve odadaki herkes öldü. En ufak bir sarsıntıda patlayan bu maddeyi o dönem at arabalarıyla taşıyorlardı. Sadece nakliye sırasında kaç kişinin öldüğünü varın siz hesap edin. İşte Alfred Nobel bu maddeyi kontrollü bir hale getirmeye çalışıyordu. Gerçi yine Nobel ödülüne sahip değil çünkü kendisi Nobel ödüllerinin kurucusu. Vasiyeti olarak mirasını Nobel vakfına ve kendinden sonraki bilim insanlarına bıraktığı için bu ödüle Nobel ödülü diyoruz.
Filmde Oppenheimer’ın cümlesi bu açıdan çok özenle seçilmiş. Oppenheimer kendini savunmak için Alfred Nobel’in de Nobel ödülü yok demiyor. Sadece Alfred Nobel de dinamiti icat etmişti diyor.
Bildiğiniz gibi dinamit insanlık tarihini çok değiştirdi. Madencilik ve alt yapı çalışmalarımızı belki on, belki yüz kat hızlandırdı. Ama her büyük icat gibi bu da maalesef hem olumlu hem olumsuz yanlarıyla beraber geldi.
Şimdiye kadar daha çok mitoloji üzerinden Oppenheimer okuması yaptık. Gelin şimdi daha çok filme odaklanalım.
Hani incelemenin başında size demiştim ya Oppenheimer’ın ‘’Ve ben şimdi ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi.’’ sözü öyle alelade seçilmiş bir söz değil. Oppenheimer onu tarihte yargılayacak her bir yazar, her bir yönetmen için bir savunma olarak bırakmış bunu diye. İşin aslı filmi izlemeden önce Nolan acaba bu savunmadan çok etkilenip Oppenheimer’ı aklama çabasına girer mi diye bir hayli endişelendim. Oppenheimer’in tartışmalı tüm konularını hasıraltı edip objektiflikten uzaklaşır mı diye düşündüm ama düşündüğüm gibi olmadı.
Film bize Oppenheimer’ın çoğunluğumuz tarafından tasvip edilmeyecek olan kadın düşkünlüğünü, hatta narsistik taraflarını gösteriyor. Hatırlarsanız filmin başlarında Oppenheimer sırf öğretmeninden nefret ettiği için elmasının içine siyanür enjekte ediyordu. Bilmeyen arkadaşlar için söyleyeyim bu gerçek bir hikaye. Gerçekten de Oppenheimer bunu yapmış. Daha sonra olay anlaşılınca da son derece zengin olan ailesi duruma el atarak olayın adli bir vakaya dönüşmesini engellemiş. Nolan’ın bu sahneyi eklemesi iyi olmuş. Ancak bence asıl güzel dokunuş Oppenheimer’ın öğretmenini zehirlemekten vazgeçtiği sahne.
Eğer dikkatli bakacak olursanız Oppenheimer son anda öğretmenini öldüreceği için vicdan azabı duyarak vazgeçmiyor. Ya elmayı kendi yemez de bir ata yedirirse diye düşünerek vazgeçiyor. Oppenheimer’ın gerçek hayatta çok büyük bir at tutkunu olduğunu düşünecek olursak bu bence harika bir ekleme olmuş. Bu olayın da gerçek olup olmadığını araştırdım. Gerçekten acaba bir ata zarar verebileceğini düşündüğü için mi vazgeçti dedim. Olayı doğrulayan birkaç kişi buldum. Ama onların da alıntı yaptıkları asıl kaynak materyale ulaşamadım. Bu nedenle bu konuda bilgim yok deyip geçeceğim.
Gelelim Nolan’ın hem anlatısını güçlendirmek hem de bilim severleri mutlu etmek için bıraktığı ayrıntılara. Canlar kuantum fiziği aslında parçacık fiziğinin bir uzantısıdır. Kuantum fiziğinden kast edilen şey şu: Günlük hayatta deneyimlediğimiz pek çok fizik olayı çok küçük parçacıklar üzerinde gözlenemez. Örneğin tek bir atom hatta atom altı parçalar günlük hayattaki gibi davranmazlar. Mesela kuantum bilgisayarlarının kullandığı qubit’ler aynı anda hem sıfır hem bir olurlar ancak gündelik yaşantınızda beni hem burada hem de yanınızda aynı anda göremezsiniz.
İşte normal yasaların, formüllerin çalışmadığı, çalışamayacağı kadar küçük boyuttaki şeyleri açıklamaya çalışan bilim dalına biz kuantum fiziği diyoruz. Yani temelde bu bir parçacık fiziği atom parçacıkları. İşin güzel yanı nükleer fizik de aslında temelde parçacık fiziği. Burada parçacık fiziğini üst başlık gibi konumlandırmak yanlış olmaz sanırım. Parçacık fiziği aslında işin temelidir Çünkü bildiğimiz hemen her şey daha küçük parçacıklardan oluşur.
Nolan buna ithafen filme kıvılcım sahnelerini eklemiş. Onlar aslına bakarsanız kıvılcım değiller. Yalnızca bir fizikçinin atom altı boyutu düşlemesinden ibaretler.
Tek sahne bu da değil. Bu sahneye bakacak olursanız Oppenheimer’ın bardakları bilinçli bir şekilde fırlatıp kırdığını göreceksiniz. Orada bardakların kırılıp küçük parçalarına ayrılması da parçacık fiziğine bir referans. Aslında orada fazla bardaklardan kurtulan değil ilham arayan bir fizikçi görüyoruz.
Hani az önce Oppenheimer’ın hikayesinin sonu Prometheus’a benziyor demiştik ya aslında Oppenheimer sonunun böyle olacağını daha proje yöneticiliğini kabul etmeden biliyormuş. Nolan bu durumu filme ufak ufak yedirmiş. Örneğin ilk olarak Oppenheimer’ı ekip toplama sekansında geçmişi sıkıntılı birini ekibe davet ederken görüyoruz. Ona Oppenheimer diyor ki ‘’Endişelenmene gerek yok. Bize ihtiyaçları var.’’ Bunun üzerine diğer bilim adamı ‘’Peki ne kadarlığına bize ihtiyaç duyacaklar.’’ diyor. Sadece bu da değil. Einstein bile benzer bir uyarıda bulunuyor. İşin ilginç tarafı bunun gerçek olması. Gerçekten de Oppenheimer proje yöneticiliğini kabul ettiğinde pek çok kişi tarafından gerçekten de uyarılmış. Buna rağmen projeyi hem kabul etmiş hem kabul etmekle kalmayıp bir de tekrar tekrar uyarılmasına rağmen devam etmiş. Gerçekten neden böyle bir tercih yaptığını kestiremiyorum. Projeden sonra Prometheus gibi cezalandırılacağını bile bile neden bunu yaptı çözmek zor. Aklıma gelen en iyi ihtimal tarihteki en önemli bilim insanları arasına adını yazılmasını garanti altına almak gibi geliyor.
Gerçi Almanya faktörünü biz genelde unutuyoruz. Bomba her ne kadar Japonya’da kullanılsa da çıkış amacı Hitler’e karşı kullanabilmekti. Üstelik şimdi geriye dönük konuşmak ‘’Almanya zaten savaşı kaybedecekti.’’ demek kolay ama o dönem savaşın kesin kazanılacağı bilinmiyordu. Gerçekten Almanya’nın savaşı kazanma ihtimali vardı ve bu hiç ama hiç küçümsenmeyecek bir ihtimaldi. Üstüne Almanların da nükleer fizik konusunda çalıştıkları biliniyordu. Yani demem o ki Oppenheimer bunun tek seçenek olduğunu cidden düşünmüş olabilir.
Size konuya dair filmde de yer alan bir komplo teorisinden bahsetmek istiyorum. Oppenheimer solcu geçmişinden dolayı ajanlıkla suçlanıyor ya komplo teorisine göre Amerikan devleti bilerek fişi kolay çekilebilir bir bilim adamını proje yöneticiliğine getirmiş. Böylece savaştan sonra aynı bilim insanının diğer ülkelere gidip benzer bir proje başlatmasının önüne geçmiş. En azından bunu hedeflemiş. Buna aslında komplo teorisi demek biraz abartı olur çünkü cidden olası. Filmde de bununla ilgili Oppenheimer’ın ağzından ‘’Kolay kontrol etmek için beni seçtiniz.’’ gibisinden bir cümle duyabilirsiniz.
Buna ek yine filmde yer alan bir başka komplo teorisinden de bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi o dönem Amerika’nın müttefiki dahi olsa çok büyük bir Sovyet endişesi vardı Amerika’da. O dönem solcu olmak solu ya da kominizmi savunmak terörist fikirler olarak kabul ediliyordu. Ve ciddi şekilde Sovyet ajanlarından endişe ediliyordu. Teori diyor ki Oppenheimer’ın sevgilisi Jean intihar etmedi. Amerikan devleti tarafından öldürüldü.
Onun intihar ettiği sahneye göz atacak olursanız kim olduğunu göremediğimiz birinin daha orada olduğunu görürsünüz. Ama Nolan yaşanan olayı gerçekten bilmediği için o sahne bir hayal mi yoksa gerçek mi bunu net bir şekilde açıklamamayı seçmiş. Yine de bu ihtimale yer vermesi, verebilmesi muhteşem bir olay bence. Düşünsenize Amerikan devleti birini öldürmüş olabilir sırf bir ihtimali ortadan kaldırmak için. Ve yönetmenler bu konuyu dile getirebiliyor. Aynısı bizde olsa ters kelepçe yersin. Maalesef halkın devlet için değil de devletin halk için var olduğunu ülkenin en az yüzde yetmişi anlamadığı sürece hiçbir yönetmenimiz, müzisyenimiz, yazarımız bu özgürlüğe kavuşamayacak.
Nolan koca bir ömrü filme sıkıştırmayı başarmış. Filmi izlemeden önce hemen hepiniz gibi filme son derece hipe’lı olduğum için film hakkında çok düşündüm ve ben şöyle tahmin etmiştim: Nolan tüm gerilimi bomba yapımı üzerine kurulacak ve finalde bomba testini izleyeceğiz orada bitecek. Japonya’ya atılan bombaların filmde yer almayacağını daha önce duyduğum için finalde test bombasını görürüz ve Oppenheimer’ın zihinlerimize kazıdığı o efsane söz olan ‘’Ve ben şimdi ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi.’’ sözüyle film biter diye düşündüm. En tepe noktada yani climax’ı gördükten en fazla otuz saniye sonra yazılar akmaya başlar demiştim.
Ama belli ki Nolan’ın hedefi bombanın yapım sürecinin merkezde olduğu bir film yapmak değilmiş. Onun hedefi merkezde Oppenheimer’ın olduğu bir biyografi filmi yapmakmış.
Filmi Nolan benim tahminim aksine yekpare tek bir film yapmak yerine ikiye bölmüş. Bomba testine kadar olan süreç daha çok bombanın yapımına odaklanırken testten sonra daha çok Oppenheimer’ın günah keçisi ilan edilmesi ve Oppenheimer çiftinin bu konuyla mücadelesini konu alıyor. Yani kabaca film iki ana hikaye, birkaç adet de yan hikayeye bölünmüş diyebiliriz. Bu tercih bana başta biraz ilginç gelse de filmi ikinci kez izlediğimde emin olduğum şey benim kafamdakine kıyasla bu tercihin çok daha iyi olduğuydu.
Çünkü bu şekilde şu ana kadar çıkan açık ara en iyi biyografi filmini görmüş olduk.
Size daha önce bir eleştirimde ‘’Biyografi filmleri genelde başarılı olmazlar çünkü sadece çok önemli kişilerin biyografi filmleri çekilir. Ve dolayısıyla o kadar önemli kişilerin hayatı bir iki saate sığmaz. Atatürk gibi Napolyon gibi büyük insanların hayatının en fazla bir kaç günü film yapılabilir. Örneğin Atatürk’ün 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkmasından sonraki iki gününü filmleştirebilirsiniz. Atatürk kadar önemli birinin tüm hayatını tek filme sığdıramazsınız. O nedenle Atatürk gibi insanların hayatı konu edilecekse filmden ziyade dizi daha doğru bir tercih olur.’’ demiştim. İşte Nolan bu genel kanıyı yıkarak bir istisna yaratmayı başardı bana kalırsa. Aranızda Oppenheimer’ın önemsiz biri olduğunu ya da önemsiz biri bile olsa hayatının tekdüze ve sıkıcı geçtiğini düşünen biri yoktur diye varsayıyorum.
İşte filmin en büyük başarısı bu bana kalırsa. Oppenheimer gibi hem özel hayatı hem politik tercihleri hem de bilime olan katkısını es geçmeden izleyicilere anlatabilmiş.
Gelin ufak bir kıyaslamaya yer verelim. Henüz vizyona yeni giren Napolyon filmi de bir biyografi filmi lakin Ridley Scott az önce bahsettiğim nedenlerden dolayı bana göre başarılı bir film ortaya koyamamış.
Ben filmi izlemeden önce umarım sadece Napolyon’un Rusya seferini konu alırlar tüm hayatını bir filme sıkıştırmaya çalışmazlar ya da ne bileyim adaya sürgün edildikten sonraki isyanı konu edilir diyordum ama maalesef tüm hayatını sığdırmaya çalışmışlar. Bu nedenle pek çok hikaye tamamlanmıyor bile. Örneğin filmin bir noktasında karısı, Napolyon’a anne sorunlarıyla ilgili bir şeyden bahsediyor. Sonra onunla ilgili tek kelime duymuyoruz. Film çok iyi pek çok savaş sekansının tarihi sıralamayla önünüze koyuyor sadece. Bir filmi film yapan hikaye anlatım tekniklerinin neredeyse hiçbiri kullanılmamış filmde. İncelemenin Napolyon incelemesine dönüşmemesi için Napolyon filmi ile ilgili örnek vermeyi durduracağım. Zaten yeterince derdimi anlatabildiğimi ümit ediyorum. Ama son olarak şunu söyleyeyim filmi beğenmediğimi söylemiyorum aslında tam olarak. Filmde ayrı ayrı düşündüğümüzde çok iyi bireysel başarılar ve harika çekilmiş savaş sahneleri yer alıyordu. Ama tüm bu savaş sahnelerinin birleşimi bana kalırsa iyi bir anlatı oluşturamıyordu. Dönelim Openheimer’a. Daha doğrusu yine belirli bir süreliğine Oppenheimer’ı bir kenara bırakıp Godfather filmine gitmemiz gerekiyor. Sebebini anlayacaksınız hiç merak etmeyin.
Baba filmini hepiniz izlemişsinizdir. Orada o kadar iyi bir ses dizaynı var ki Amerika, İngiltere ve Fransa gibi kaliteli sinema okullarına sahip ülkelerde bu dizayn ders diye okutulur.
Alpaçino masa başında adamı vurmadan önce çok heyecanlanır bu onun öldüreceği ilk kişi olacağı için strese girer ve kalp atışı hızlanır ancak biz kalp atışını duymayız. Uzaklardan gelen bir tren sesi duyarız. Ve bu tren sesi kalp atışlarını simüle edercesine yavaş yavaş hızlanır. Derken sahne climax’e ulaşır.
Bunu anlattım çünkü benzeri bir teknik bu filmde de yer alıyor. Filmin sonuna doğru Oppenheimer konuşma yaparken bir tür anksiyete krizine giriyor ve kalp atışları hızlanıyor ama biz bu kalp atışlarını duymuyoruz. Onun yerine ayaklarını yere vuran insanların oluşturduğu kalp ritmini duyuyoruz. Üstelik bu ayak seslerini ilk kez bu sahnede duymuyoruz öncesinde de ara ara o ayak seslerini Nolan bize dinletiyor yavaş yavaş o atmosfere bizi hazır etmek için.
Filmin bir yerinde Amerika ve Sovyetler’den bahsederken bir metafor kullanılıyor. Amerika ve Sovyetler bir şişedeki iki akrep gib. ‘’Biri diğerini öldürebilir ancak ölümü pahasına.’’ deniyor. Bu ilk başta güzel basit bir metafor gibi gelse de biraz düşününce anlamı biraz derinleşiyor. Ne demiştim en başta sanat anlam katmanları eklemektir.
Aslında şişedeki iki akrep metaforunda yer alan Amerika ve Sovyetler alegorik anlatıma geçtiğimizde Oppenheimer ve Levis Strauss’u temsil ediyor. Ne diyordu metaforda ‘’Biri diğerini yok edebilir ama kendini yok etmek pahasına.’’
İş gerçekten de böyle ilerlemiş. Strauss, Oppenheimer’a duyduğu kıskançlık nedeniyle onun kariyerini baltalıyor. Güvenlik dosyasını bizzat kendi sızdırıyor. Ancak bir süre sonra kabineye aday gösterildiğinde yani bakan olacağı zaman Oppenheimer ile olan geçmişi ve Oppenheimer’a olan nefreti nedeniyle senatör soruşturmasını geçemiyor. Dolayısıyla bakan olamıyor. Straaus da bu olayla beraber tarihin tozlu raflarına doğru çekiliyor. Şimdi anladınız mı neden bir şişedeki iki akrebin aslında Sovyetler ve Amerika Birleşik Devleti’nden oluşmadığını?
Canlar hayatın her alanında trendler oluşur. Zamanla değişen bu trendler hemen her sektörü etkiler. Örneğin günümüzde çekim açıları konusunda şöyle bir trend var: Eskiden yalnızca çok büyük bütçeli filmler geniş açılar, helikopterli çekimler falan yapabilirdi. Yerel bir örnek isterseniz Yılmaz Erdoğan gösterilebilir. Sadece onun filmlerinde görürdük biz helikopter çekimlerini. Bir de bir iki küçük istisnada. Bu nedenle bu durum o dönem her sinema öğrencisinde bir tür fetişe dönüştü. Zamanla dronelar çıktı. Geniş açı sahnelerinin maliyeti bir hayli düştü. Bu yüzden 2010‘dan sonra deli gibi geniş açı görmeye başladık. Geniş açıya, drone çekimine ihtiyaç olmadığı durumlarda bile bunu görür olduk.
Sanırım trendlerden kast ettiğimi anlatabildim. İşte eskiden 70’lerle 90 ‘lar arasında kapalı mekan çekimlerinde oyuncuların yakın çekim yüzleri çok kullanılırdı. Zamanla özellikle Matrix filminden sonra o an konuşan tek kişi bile olsa biz onu yakından yüzünü değil, biraz daha uzaktan bel üstünden görmeye başlamıştık. Trend buna dönüştü ama bunun sebebi drone çekimlerindeki kadar net değil. Hani doğrudan bu bu yüzdendir diyebileceğimiz kadar büyük bir olay yok çünkü. Bu nedenle kendi çapımda bunu zamanla oyunculara daha az güvenilmesine bağlıyorum. Bir de eskiden Anthony Hopkins gibi oyuncular şov yapmak için özellikle isterdi yakın çekimleri. Günümüzde bildiğiniz gibi oyunculuk daha çok spor salonuna gidip kas geliştirmeye döndüğü için sanırım yakın çekim yüz sahneleri zamanla sinemada daha az rastlanır hale geldi.
Ancak bu filmle beraber bunun özellikle iyi oyuncularla yapıldığında ne kadar harika olduğunu hatırlattı bize Nolan.
Canlar size daha önce “Oyuncu olmak için yetenek şart mı?” diye bir inceleme yapmış ve orada ‘’Oyuncu olmak için yetenek gerekmez. Özel bir engeli bulunmadığı sürece iyi bir yönetmen, odunu bile oyuncu yapabilir.’’ demiştim. Hatta örnek de göstermiştim. Demiştim ki ‘’Dunkink filminde Nolan daha önce ciddiye alınacak tek bir oyunculuk deneyimi bile bulunmayan One Direction gurubundaki bir şarkıcıyı filmde rol verdi ve hayvan gibi performans aldı.’’ Odunu bile oyuncu yapabilen yönetmene, üstüne bir de bu kadar iyi oyuncular verince sonuç gerçekten muhteşem olmuş.
Filmde çok başarılı kurgulanmış bir anksiyete krizi yer alıyor. Ben hiç anksiyete krizini deneyimlemedim. Lakin deneyimleyen arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla özelllikle Oppenheimer’ın anksiyeteye girdiği kısımlar o durumdayken yaşanılan dünyadan kopuş hissi ve hissedilen çaresizlik gibi konularda anlaşılan film çok başarılıymış. Birbirlerinden tamamen bağımsız çok fazla kişiden benzer yorumlar duydum. ‘’Sanki anksiyete krizine girdim. O derece gerçekçiydi sahne.’’ gibisinden çok şey işittim.
Sonra düşündüm dedim ki ‘’Neden Nolan bizi anksiyete krizine sokmak istesin ki?’’ Sonradan sahnenin manidarlığını fark ettim.
Film hani iki bölüme ayrılıyor bombanın yapımına kadar olan bölüm ilk kısım, sonrası diğer kısım demiştik ya. İşte bu sahne tam iki kısmın ortasında yer alıyor. Yani ilk kısmın hemen ardından ilk kısımda biz olayları daha çok Oppenheimer’ın gözünden gördüğümüz için duygusal olarak ondan yana pozisyon alıyorduk. Ve kabul edelim ki bomba testinin başarılı olması hepimizi rahatlattı sanki içimize su serpmişler gibi ferahladık Oppenheimer başarıya ulaştığı için.
Ardından ayak sesleriyle perçinlenmiş anksiyete krizi sahnesi geldi. Orada bu kadar ölümcül bir silah yaptığı için alkışlanmasına anlam veremeyen bir Oppenheimer vardı ve bomba yapıldığı için sevinen, kutlama yapan seyirciler. Açıkçası ikinci izleyişime kadar fark etmemiştim. Orada Oppenheimer konuşma yaparken sevinen, kutlayan alkışlayan seyircilerin film izleyicilerinin bir tasviri olduğunu. Anladığımdaysa işte o zaman kendi duygu krizime girdim. ‘’Bir dakika ya ben o sahnede alkışlayan sevinen insanlardan biri olamam.’’ dedim ama öyleydim. Daha iki dakika önce bomba testi başarılı olduğu için sevinmiştim. Bunu anladığım an Oppenheimer’ın ekranda yer alan devasa yüzüne bakmak istemedim. Nedense bir utanma bastırdı beni. Gözümü kaçırmak istedim. Sahnede yakın çekim yer aldığı için bakışlarımı kaçırmakta zorlandım. Arka plana odaklanmaya çalıştım ancak tam ben bunu yaptığım esnada arka plan da titremeye başladı.
Sanki Nolan bunu yapacağımı anlamış ve kaçış yolumu kapatmış gibiydi. Kendimi çıkışı olmayan bir labirentte sıkışıp kalan bir fare gibi hissettim. Canlar cidden soruyorum size. Gerçekten kaç film size bu denli detaylı duygu durumları yaşatabilir? Sizi bilmem ama cevap benim açımdan cevap çok az.
Film özellikle sonda Einstein üzerinden silahlanma yarışının kötü etkilerini tekrar ve tekrar gözümüze sokmuş. Özellikle her ne kadar gerçek bir diyalog olmasa da Oppenheimer’ın Einstein’a “Dünyayı yok edecek zincirleme reaksiyonu sanırım başlattık.” demesi bence çok etkili bir sahneydi.
Canlar aslına bakarsanız bu filmi incelerken hiçbir şekilde objektiflik gibi bir derdim yoktu. Zaten kimsenin yüzde yüz objektif olabileceğine inanmadığım gibi kendime de inanmıyorum.
Filmi zaten en sevdiğim yönetmen çekmiş. Bu bir artı benim için. Üstüne beni bilirsiniz ben iflah olmaz bir nerd’üm. Dolayısıyla çocukluğumdan beri hayatlarını okuduğum, araştırmalarını araştırdığım çok büyük bilim insanlarını bir filmde görebilmek bile tek başına beni mest etti. Gerçekten bazı açılardan bu film bir nerd orgazmıydı.
Düşünsenize filmde yer alan kişileri. Kuantum mekaniğini kullanarak atomu anlamaya çalışan ilk kişi Nils Bohr, adı ‘dahi’ ile eş anlamlı kullanılan Einstein, belirsizlik ilkesini ileri sürerek Einstein’ın bile yanıldığını ileri süren ve yıllar sonra da haklı çıkan Heisenberk, çocukken en sevdiğim tartışma konusu olan fermi paradoksunun mucidi Enrico Fermi, henüz hiç kara delikler gözlenmemişken hatta kara delik diye bir şey bilinmiyorken matematiksel olarak kara deliklerin var olduğunu söyleyen ve takibi atom bombasının yapımında en önemli rolü oynayan Oppenheimer gibi nice isimler yer alıyor filmde. Açıkçası sadece gördüğüm için bile mutlu olduğum çok çok isim var filmde. Bu nedenle objektiflik iddiam yok. Lakin kendimi zorlayıp objektif olmak istediğimde bile filmde yalnızca iki kusur buluyorum. İlki kurgu. Nolan’ın zamanla oynamasını seven biri olarak film boyunca bu kadar tarihte ileri geri yapmamıza gerek var mıydı emin değilim. İkinci olarak da Nolan’ın bomba patlama sahnesini CGI kullanmadan çekme takıntısı. Ben maalesef o sahnedeki görsellikte hayal kırıklığına uğradım. Ama olsun filmin tek önemli yeri orası değildi zaten. Bu arada bu sahneyle ilgili ilginç bir iddia var ki iddianın yer aldığı yerler öyle alelade yerler değil. Konu açılmışken sizinle paylaşmak istiyorum.
Nolan aslında o sahnede gerçek bir atom bombası kullanmak istemiş. Amerikan ordusunda sinema sektörüne gerekli görüldüğü takdirde destek vermekle mükellef bir birim var. Bu birim eğer film Amerikan askerlerine moral olacaksa ya da ne bileyim ülke propagandası yapılıyorsa falan ordu ekipmanlarını sinema şirketlerine veren bir birim. Bu sayede Top Gun gibi filmler çekilebiliyor. Normalde şirketlerin asla ulaşamayacağı o uçakları ordu geçici süreliğine şirketlere veriyor. Tabi veriyor dediysek teslim etmiyor. Yine uçakları kullananlar falan ordu pilotları. Sadece uçak değil. Bu birim daha önce sayısız filme helikopter, tank, tüfek aklınıza savaşla ilgili ne gelirse vermiş.
İşte Nolan beyin aklına da nükleer bir bomba istemek gelmiş. Projeyi iletmiş ‘’Oppenheimer’ın hayatını filme çekeceğim. Film böyleyken böyle. Bana bomba lazım.’’ Diye. İşin ilginç tarafı iddia edilene göre bu birim projeyi olumlu yanıtlamış. Yani bomba vermeyi mantıklı bulmuş.
Nasıl olsa elimizde binlercesi var birini versek ne olur ki dediler herhalde. Neyse ki projeyi ordu içindeki bilim komitesi iptal etmiş ve gerekçe olarak “Daha önce Çin tek bir resimden yola çıkarak bizim radar teknolojimizi çaldı. Şimdi biz tüm dünyaya çok iyi kameralarla çekilmiş bir nükleer bomba patlamasını kendi ellerimizle mi vereceğiz? İran gibi nükleer bomba yapmak isteyen ülkeler bu görüntüleri kullanarak projelerine katkı sağlamayacaklar mı?” demişler haklı olarak. Amerika’da bu tür kararların detayları mühürlenip elli yıl sonra halka açık hale getiriliyor artık elli yıl sonra bu durumla ilgili daha çok detay öğreniriz.
Şimdilik benden bu kadar. Unutmayın iyi ki varsınız ve seviliyorsunuz.