“Neden Efsane” serisi sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış pek çok film ve diziyi gerek filmde yer alan metaforlar ve alegorik anlatımlar açısından gerekse filmi daha başarılı yaptığına inandığım teknik açılardan inceleyip, bu yanlarını açıklamayı hedefleyen bir makale ve video serisidir.
Canlar n’aber?
Öncelikle hepinize Miyazaki filmlerine bu kadar ilgi duyduğunuz için teşekkür etmek istiyorum. Ben açıkçası ne Yürüyen Şato ne de Ruhların Kaçışı incelemelerimin bu kadar büyük bir ilgi göreceğini sanmıyordum.
Hatta incelemeler ilgi görmekle kalmadı bunun ötesine geçti. İki incelemenin de ardından Rüzgarlı Vadi’yi ve Prenses Mononoke’yi, “Neden Efsane” serisine katmam için pek çok istek aldım. Ben de çağrınıza kulak vermek istedim. Şimdi hazırsanız başlıyorum.
Gelin ilk olarak filmin ismine göz atalım. Filmin ismi İngilizceye ve Türkçeye Prenses Mononoke olarak çevrilmiş. Ama bu her ne kadar ilgi çekici bir çeviri olsa da doğru bir çeviri değil.
Çünkü filmin orijinal ismi Mononoke Hime. Hime Japoncada tahmin edebileceğiniz gibi prenses demek. Lakin Mononoke bir isim değil. Filmi dikkatli izleyen arkadaşlar filmde Mononoke adının tek bir kez bile geçmediğini fark etmiştir.
Mononoke Japonca “intikamcı ruh” anlamına gelen bir söz. Yani orijinal isim aslında İntikamcı Prenses. Peki neden o ismi değil de bu ismi kullanmışlar derseniz cevap ilginç. Aslında sadece Mononoke kelimesinin insanlarda bıraktığı intiba hoşlarına gitmiş.
Gelelim filmin genel temasına. Canlar Japonya’da insanların büyük çoğunluğu ateist. Bir dine inananların çoğu da seküler. Yani sadece ölüm ritüelleri ya da benzeri durumlarda dine başvuruyorlar
En yaygın inanç ise Şintoizm. Günümüzde Şintoizm, biraz da Budizm öğretileri ile harmanlansa da konumuz bu değil. Konu Japonların milli dini diyebileceğimiz din Şintoizm.
Şimdi size Şintoizm’i biraz anlatmaya çalışacağım. Ama uyarmadı demeyin biraz algılaması zor bir din. Özellikle Türkiye gibi hemen herkesin tek tanrıya inandığı bir coğrafyada büyüyen insanların çok tanrılı bir dini algılaması biraz zor olabiliyor. Üstelik Şintoizm, Yunan mitolojisi ya da Mısır mitolojisi gibi de değil. Hala bu dine inanan milyonlarca insan var Japonya’da.
Şintoizm “Milyonlarca tanrı var.” der. Hatta pek çok kaynakta tam olarak sekiz milyon tanrı olduğu yazıyor. Ama bu sayı kesin değil. Sadece bir rivayet.
Şintoizm’e göre her olgunun bir tanrısı var. Örneğin bir ormanın orman ruhu var yani tanrısı. Ama sadece ormanların değil örneğin uzun yıllar kullanılmış bir yol var. O yolunda bir Şinto’su yani tanrısı var.
İnanca göre Şinto’lar aynı anda hem iyi hem kötüdürler. Size karşı yaklaşımları ise sizin onlara karşı yaklaşımınıza bağlı. Siz Şinto’ya kötü davranırsanız o da size kötü davranır. Siz Şinto’ya iyi davranırsanız o da size iyi davranır.
Şintoizm hakkında söylenebilecek daha çok şey olsa da şimdilik bu kadarı ana hatlarını anlamak açısından yeterli.
Bu kadarını bilmek bile Miyazaki’nin en büyük esin kaynağını anlamaya yetiyor bana kalırsa. Miyazaki kendi kültürel değerlerini kullanarak farklı hikaye anlatıları kurma konusunda olağanüstü başarılı biri. Prenses Mononoke’de bunu görüyoruz.
Örneğin filmde ormanda yaşayan Şinto’larla, yani tanrılarla, insanlar savaş içinde. Çünkü insanların çıkarları ile Şinto’larınki kesişiyor. İnsanlar daha fazla maden için ormanları yok ediyor. Şinto’lar da bundan dolayı insanları yok etmeye çalışıyor.
Bu aslında insanların gelişim için doğayı nasıl yok ettiğine dair bir anlatış. Canlar bazı sanat eserlerinin yorumu sanatçısından bağımsız ilerleyemez.
Miyazaki’nin eserleri de bu şekilde. Her ne kadar Miyazaki’yi tanımadan, onun hassasiyetlerini bilmeden de yapılabilecek okumalar olsa da kendisi hakkında bilgi sahibi olmak yapılan okumaları derinleştiriyor.
Örneğin Miyazaki için doğa ve 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı vahşet diğer her şeyin ötesinde. Bunu hepimiz biliyoruz. Ancak burada klasik bir “Doğayı sevin!” mesajından bahsetmiyorum. Miyazaki için doğa o kadar önemli ki bir değil birden fazla konuda doğaya verdiğimiz spesifik zararları konu ediniyor yapımlarında. Örneğin bu film Sanayi Devrimi’nin doğada bıraktığı kalıcı hasara mükemmel bir şekilde değiniyor.
Ama Rüzgarlı Vadi’de konu bu değil. Ana tema yine doğa ama bu sefer doğayla ilgili verilen mesajlar çok daha farklı. “Rüzgarlı Vadi Neden Efsane” incelemesini de yapacağım için o konuya şimdi değinmeyeceğim.
Şimdi Sanayi Devrimi temasını ele alalım. Filmde karakterler, tanrıları yani Şintu’ları öldürmek için ne kullanıyor? Ateş. Bu Şintu’lar da doğanın bir uzantısı olduğuna göre insanların doğa ile mücadele etmek için ateşi kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki bu size bir yerden tanıdık geldi mi? “Neden Efsane Oppenheimer” incelemesinden hatırlayacaksınızdır diye ümit ediyorum.
Evet doğru hatırladınız. Olay Prometheus’un tanrılardan ateşi çalıp insanlara vermesini anımsatıyor. Hatırlayın Zeus’un Prometheus’a sonsuz işkence cezası vermesinin sebebi, onun insanlara ateşi hediye etmesi değildi. Onu asıl kızdıran ateş sayesinde insanların doğa koşulları ile mücadele etmeyi öğrenmesi ve artık tanrılara daha az ihtiyaç duymalarıydı.
Zeus’u korkutan ve sinirlendiren asıl şey insanların doğaya karşı bir koz elde etmiş olmalarıydı.
Burada da aynı durum var. Uzun yıllar boyu Şintu’lar her istediklerini yapmışlar. Kendi yaşam alanlarındaki alfalar oldukları için doğanın nimetlerini yalnızca insanlar bunun için dualar edince vermişler. O da canları isterse. Ancak Sanayi Devrimi ile birlikte insanlar kendilerine verilenlerle yetinmeyip doğuştan hakkı olduklarına inandıkları bazı şeyler için hak talep etmişler. Bu uğurda gerekirse savaşmaktan da hiç geri durmamışlar. Peki bu insanlar kötü kişiler mi? Hayır. Liderleri kötü biri mi? Hayır. İşte asıl olay burada. Zamanında Yeşilçam’ın da düştüğü bir tuzak vardı. Filmlerde doğayı kirletenler hep kötü, tek amacı para olan zenginlerdi. Ama gerçek hayatta sizin de bildiğiniz gibi bazen iyiler de doğayı kirletir.
Mesela filmde yer alan Leydi’yi ele alalım. Kendisi halkı için muazzam bir lider sayılabilir. Seks işçisi kadınlara sahip çıkıp onların toplumda bir işi ve saygınlığı olması için çabalamış. Kimse cüzzamlılarla muhatap olmaz ve onları kaderine terk ederken Lady Eboshi onları da yine topluma kazandırmaya çalışmış. Kendi halkı tarafından seviliyor insanlar onun zoruyla değil onun için savaşıyorlar.
Gelin filmdeki olayı günümüze uyarlayalım. Günümüz dünyasında çevreyi en çok kirleten ülke bildiğiniz üzere Çin. Ama perspektiften bakarsak Şi Cinping’i çevreyi kirletiyor, bu konuda yasalar çıkartmıyor, önlem almıyor diye suçlayabilir misiniz? Onu suçlayabilecek çok şey aklıma gelse de açıkçası bu nedenle ona kızamıyorum çünkü adam halkından mesul ve halkı için en iyisini yapıyor. Tıpkı Lady Eboshi gibi. Bir gecede çevreye zarar veren her fabrika kapatılsa bu sefer insanlar açlıktan, sefaletten ölecek.
Yani asıl sorun kötü yöneticiler değil. Asıl sorun doğa ile insanın çıkarlarının binlerce yıldır kesişmesinde. Ve maalesef son elli yıl hariç geri kalan binlerce yılın birinde bile doğa ile uyumlu yaşamanın yollarını aramadık. Ateşi kullanmayı öğrendiğimiz günden beri onunla savaştık.
İşte bu yüzden Lady Eboshi karakterinin yeri büyük. Miyazaki’nin filme eklediği bir diğer mesaj ise doğanın intikamı. Hatırlarsanız Lady Eboshi orman ruhunun kafasını koparttıktan sonra orman ruhu form değiştirip intikam alıyordu.
Hiç duydunuz mu bilmiyorum ama şöyle bir söz var “Doğaya zarar verebilirsiniz ama doğa her zaman intikamını alır.” Diyelim dünyadaki tüm ağaçları kestik? Peki ya sonra. On binlerce yıldır doğa ile sürdürdüğümüz bu savaşı kazanmış mı olacağız? Hani bazı savaşların kazananı olmaz derler ya işte bu onlardan biri.
Doğa üzerine çok konuştuk ama unutmayın bazı filmler izlenir, bazıları okunur. Bazılarını efsane yapan harika teknik detaylardır, bazılarını efsane yapan filmde verilen mesajlardır.
Şimdi gelin ilginç bir kaç bilgiyle devam edelim. En başta Şinto inancından bahsettik ya o inançta her nedense köpek kurt gibi hayvanlar erkek sesiyle, kedigiller kadın sesiyle özleştirilmiş.
Bu nedenle filmin Japonca dublajında kurt Şinto’sunu seslendiren erkekmiş. Ancak diğer ülkelerde Şinto kültürü olmadığı için insanların bunu anlamayacağı düşünülmüş ve diğer dublajlarda kurdu dişi olduğu için kadınlar seslendirmiş.
Hani filmde Mononoke isminin hiç geçmediğini çünkü kızın adının bu olmadığını, kızın isminin San olduğunu söylemiştik ya. San Japoncada “üçüncü” anlamına geliyormuş. Dikkat edeceğiniz üzere San Şinto’nun üçüncü çocuğu. Altında başka bir anlam daha aradım ama açıkçası net bir şey bulamadım.
Arap kültürü gibi bazı kültürlerde kadınlar değerli görülmediği için kadınlara isim vermeye tenezzül bile etmeyip onlara birinci, ikinci, üçüncü gibi isimler koyarlar. Örneğin Vahide birinci kız çocuk, Saniye ikinci kız çocuk, Salise üçüncü kız çocuk, Rabia ismi dördüncü kız çocuk anlamına geliyor.
Her ne kadar Japon kültürü ile Arap kültürü arasında bir uçurum olsa da Japonya’da da kadınlara pek değer verildiği söylenemez buradan yola çıkarak. Şöyle bir okuma yapabiliriz belki: Kurdun diğer iki çocuğuna isim verip San’a üçüncü demesi ona daha az değer vermesinden kaynaklı olabilir. Belki ilk başlarda San insan olduğu için ona diğer çocukları kadar çok değer vermedi. Bu nedenle böyle bir tercih yaptı. Sonradan da ismini değiştirmedi.
Lakin bu okumadan emin değilim. Bu haliyle biraz yetersiz, biraz daha iyi bağlantılara ihtiyaç duyuyor.
Lady Eboshi’ye dönelim. Hani kadınları iş gücüne kattığından bahsetmiştik ya. Bu da aslında tarihi bir olay. Kadınların iş gücüne ilk etkin katılımı 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya ve Japonya’da yaşanıyor. Erkekler savaşırken kadınlar erkeklerin savaşabilmesi için fabrikalarda ve benzeri üretim hanelerde çalışmaya başlıyor. Filmin içinde bunla ilgili harika bir diyalog var. Kadınlar çalışırken çok yorulduklarından bahsediyorlar. Ancak hemen ardından yine de orada çalışmanın evde oturmaktan diye iyi olduğunu ekliyorlar.
Sanıyorum ki burada Miyazaki biraz değişen toplum dinamiklerine ve kadınların her ne kadar yorulsalar da zorlansalar da yine de evlere hapis kalmaktansa bunu tercih ettiklerine değinmiş.
İncelemede bir şey dikkatinizi çekti mi? En başından beri Lady Eboshi’yi konuştuk. İntikamcı prensesimiz San’ı konuştuk. Çevreyi konuştuk ama bir kez bile filmin esas karakterini yani Ashitaka’yı konuşmadık. Filmi izleyenler bazen esas karakterin San olduğu izlenimine kapılsalar da tüm kahraman yolculuğu adımları onun başından geçiyor.
Ekran ve diyalog süreleri olarak da birinci ama cidden kaç kişiye sorarsam sorayım filmdeki başrolün San ya da herkesin bildiği isimle Mononoke olduğunu zannediyorlar.
Bunun sebebi gölgeleme dediğimiz bir senaryo tekniği. Bazı yazarlar hikayedeki esas karakterleri doğrudan okuyucuya, izleyiciye vermek istemezler. Önce okuyucu, o evreni tanısın ve mekaniklerini anlasın sonra esas karakterlere geçeriz derler. Bunu yapabilmeleri için hikayeye gerektiği kadar hizmet edecek, gerektiğinde podyum ışıklarını bırakacak bir karaktere ihtiyaç duyarlar. İşte Miyazaki de burada bu gölgeleme tekniğini kullanmış.
Bakınız Ned Stark.
Önce size evreni tanıtmak istemiş. Doğrudan San’ın perspektifinden olay bakmaya başlasaydık hem gözümüzde Lady Eboshi ve köylüler daha kötü görünecekti hem de San’ı ilk gördüğümüz anda hissettiklerimizi hissedemeyecektik. Ashitaka sayesinde hem olaylara daha tarafsız bir noktadan bakıyoruz hem de esas karakterlerle tanışmadan önce dünyayı ve içinde barındırdığı kuralları tanıyoruz.
Bazılarınızın bunu söylememden rahatsız olduğunu biliyorum. Bu nedenle uzun bir süredir söylemiyordum ama açıkçası bu sefer hak ettiğimi düşünüyorum. O yüzden söyleyeceğim. Kimse kusura bakmasın ama bunu size sinema okullarında zor öğretirler.
Hatta öğretemezler çünkü bunu size öğretmesi gereken akademisyenler bu tekniklerden bihaberler. Zamanında tutturmuşlar bir not ortalamasını. Akademisyen olmuşlar. Sonra ne güzel ömür boyu kendini geliştirse de geliştirmese de kovulmadığın, ne olursa olsun ay başında maaşının yattığı sistemde size bir şeyler öğretiyormuş taklidi yaparak günlerini geçirip gidiyorlar. Tabi ki hem öğrencilerini hem kendini geliştirmeye devam etmek için hiç durmadan yeni şeyler öğrenmeye çalışan değerli akademisyenler söz meclisinin dışındalar. Ama o değerli akademisyenlerimiz de hak vereceklerdir ki onlar yalnızca makro eğitim sisteminin içindeki mikro çığlıklardan ibaret. Bir diğer deyişle istisnalar. Ve sizin de bildiğiniz üzere istisnalar kaideyi bozmaz.
Gelelim filmin gerçek hayata etkisine. Hep ne diyoruz Neden Efsane serisinde? Eğer bir film gerçek hayata etki edemiyorsa o film efsane değildir. Aslında bu, tek başına bu filmin değil Miyazaki’nin tüm filmlerinin bir sonucu ama olsun.
Canlar Japonya, Sanayi Devrimi’ne biraz fazla hızlı girdi. O kadar hızlı girdiler ki kaynak bulamadıkları için Amerika’ya savaş açıp 2. Dünya Savaşı’na girdiler. Ve tüm bu süreçte çok hızlı bir şekilde doğaya büyük zararlar verdiler. Ancak oranın entelektüel elitleri bizdekilerin aksine gerçek sorunlarla ilgilendikleri için ülke genelinde bir farkındalık yaratmayı başardılar ve bu yönde bir kamuoyu oluşturdular. Sadece Miyazaki değil Miyazaki gibi sayısız önemli ismin sürece katkısı oldu ve sonu ortada. Gördüğünüz liste yüz ölçümüne göre orman alanı en fazla olan ülkelerin sıralaması. Görebileceğiniz üzere Japonya’dan daha fazla ormanlık alan yüzdesine sahip çok az ülke var onlarda. Onların çoğu da çok küçük ülkeler.
Ben hatırlıyorum da mesela ben çocukken Japonlar ağaçlarını kesmek istemedikleri için kağıdı, keresteyi ve diğer benzeri ürünlerin tamamını ithal ediyorlardı. Bu hala devam ediyor mu bilmiyorum. Ama ülkedeki doğaya olan saygı şu an eşine az rastlanır cinsten.
Bizim sözde entelektüel elitlerimiz de çıkıp televizyonda birbirlerine laf atıp yavşak falan desinler. Ülkede değinilebilecek onlarca çok büyük sorun, yüzlerce büyük sorun varken gidip ölçek olarak neredeyse kimseye doğrudan ya da dolaylı fayda sağlamayan konular hakkında film çekip dursunlar.
İşte Miyazaki gibi entelektüellerimiz 80’lerde 90’larda 2000’lerin başlarında bu tür filmler çekselerdi belki de otel yapmak için ormanları bilinçli şekilde yakmanın bu kadar sıradanlaşmadığı bir ülkede yaşıyor olurduk.
Bakın bu arada gerçekten otel yapılmasına, binalara, tesislere falan karşı değilim. Aksine bu tür tesisler olmasa oradaki güzellikleri kimsenin göremeyeceğine inanırım ama güzellikler arasına o güzellikleri bozmadan tesis yapmak farklı bir şey, oradaki bir takım güzellikler için ormanı yakıp yıkmak başka bir şey.
Ama ne yapalım bizim ülkedeki kapasite bu kadarmış demek ki.
Doğadan konuşunca aklıma geldi. Filmlerde, kitaplarda normalde binek hayvanı olmayan hayvanlara binen insanlar o insanın ya da toplumun doğa ile arasının iyi olduğunu göstermek için kullanılan bir tekniktir. Filmdeki esas karakterimizin bir geyiğe binmesinin sebebi bu. Bazen bunu geyik değil de domuz hatta ayı şeklinde falan da görebiliriz ama genel maksat aynı. Bunun için de söylemek isterdim aynı şeyi ama bu daha küçük bir bilgi sayıldığı için değmez diye düşündüm.
Son olarak bir de kurtlardan bahsedeyim. Filmde insanlar domuzlardan maymunlara, maymunlardan kurtlara kadar pek çok hayvanla ve onların Şinto’larıyla mücadele etse de en büyük mücadeleyi kurtlara karşı veriyorlar. Fark edeceğiniz üzere bu öyle alelade bir tercih değil. Biz henüz yerleşik hayata geçmeden önce doğadaki en büyük rakibimiz kimdi biliyor muydunuz? Kurtlar. İnsanın düşününce aklına ilk aslan falan geliyor ama sanılanın aksine aslanlar o dönemler insanlar için pek büyük bir tehdit sayılmazlarmış ve insanlardan çekinirlermiş.
En büyük aslan gurubu yedi sekiz kişiyken insanlar öyle değil yüz elli iki yüz kişilik kavimlere çıkabiliyorlar ve organize saldırı ya da savunma yapabiliyorlar. Bunların yanına bir de mızrak veya sopa faktörünü de eklediğimizde aslanların neden insanlar için tehdit olmadığı anlaşılıyor. Ama kurtlar öyle değil. Tek bir kurt sürüsü iki yüz popülasyona ulaşabiliyor. Ve yine insanlar gibi organize şekilde saldırıp savunabiliyorlar.
Bu nedenle insanlık tarihinin en önemli keşfi pek çok kaynakta köpekler olarak geçer. İnsanlar bazı kurtların daha uysal olduğu keşfedip onları yanlarında büyütebileceklerini fark ettiklerinde kurtların koku alma gibi tüm avantajlarını barındıran yeni askerler katmış oluyorlar aralarına ve bu sayede insan gruplarının popülasyonları beş yüzlere hatta yedi yüz sekiz yüzlere ulaşabiliyor. Bu nedenle insanın en yakın arkadaşı köpektir denir. On binlerce yıldır birbirlerine geçmiş bir evrim şemamız var çünkü. Köpekler olmadan en büyük rakiplerimiz olan kurtlara karşı bu kadar avantajlı olmazdık.
Ama filmde süreç tersten işlemiş bir insan bir kurdu evcilleştirmiyor. Bir kurt bir insanı evcilleştiriyor. Gerçi ormanlaştırıyor desek daha sanırım daha doğru olur.
Sanırım şimdilik benden bu kadar. Hoşça kalın. İyi ki varsınız ve unutmayın ki seviliyorsunuz.