Spoilersiz incelememde baya bir yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. O nedenle bir kaç düzeltme ile başlamak istiyorum.
Canlar ben Dune 2 filmini bir hayli beğendim. Son birkaç yıldır izlediğim en iyi filmlerdendi. Bu cümlelere incelemede yer verdiğim halde filmin eleştirdiğim yanları olduğu için bolca “Nasıl bu filmi beğenmezsin?” isyanı aldım. Ben de tek tek bu tarz yorumlara cevap vermek zorunda kaldım.
Evet filmi beğendim. Çok güzel bir film ama yine de bir Dune hayranı olarak hoşuma gitmeyen çok sayıda kısım da var. Gelin şimdi size bu kısımları spoilerlı şekilde anlatayım.
İlk olarak evrene değinmek istiyorum. Yönetmen Denis Villeneuve abi pek çok yerde evreni anlatmak yerine pas geçmeyi seçmiş. Evet bu bir tercihtir ama bence kötü bir tercih. Örneğin eğer kitapları okumadıysanız ya da Dune ile ilgili bir sürü video izlemediyseniz halen baharatın neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyorsunuz. Tamam baharat olmadan seyahat edilemiyor. O evren için baharat bir yakıt. Bu söyleniyor ilk filmde ama bu tek başına yetersiz. Baharat damıtılıyor mu? Yakılarak mı kullanılıyor? Bu kısımlar hep pas geçilmiş.
İlk filmde Memtatlara ucundan girilmişti. Sandığımın aksine Memtatların ne olduğu, uzay loncası, uzay loncasının tekeli, Dune evreninde neden hiç robot bilgisayar yani tırnak içinde “düşünen makineler” olmadığı gibi konuların anlatılmamış olması beni biraz üzdü. İlk filmde de üzmüştü ama kendi kendime dedim ki “Denis Villeneuve abi ikinci filmde bunlara değinir nasıl olsa.”
Anlayacağınız benim beklentim çok yüksekti. Bu nedenle beklentim karşılanamadı ama bu filmi beğenmedim demek değil. Ben yüz üzerinden doksan dokuzluk bir film bekliyordum doksanlık bir film geldi. Yani on üzerinden dokuz puan veriyorum filme. Sizce bu beğenmediğim anlamına mı geliyor?
Hayır. Sadece adına film eleştirisi denen şeyi yapıyorum. Eksik bulduğum ksıımları size anlatıyorum. Her ne kadar filmi beğensem de.
Hani uzay loncasının filmde neden olmadığına degindim ya. Aranızdan bazıları bu söylediğimi Yüzüklerin Efendisi ilk çıktığında “Filmde Tom Bombadil neden yok?” diye deliren arkadaşların söylemine benzetebilir ama arada büyük bir fark var. Tom Bombadil Yüzüklerin Efendisi’nde tamamlanmamış bir hikaye idi. Sonu herhangi bir yere bağlanmıyordu. Ancak Memtatlar, uzay loncası, düşünen makinelerin icat edilişi, insanları köle edilişi, insanların çok uzun süre köle kaldıktan sonra bir gün robotlara baş kaldırıp onları yok etmesi ama bu deneyimin onlara çok büyük bir trajedi yaratması sonucu bir daha asla düşünen makineler üretmemeleri… Bunlar, bu evrende tamamlanmamış hikayeler değiller. Hatta tam olarak bu evreni evren yapan temeller.
Evet yeterli vakit olmadığı için bu kısımlar pas geçilmiş olabilir ancak ilk kitapta olmayan çok sayıda ekleme var filmde. Bu kısımlardan feragat edilip pek tabii az önce bahsettiğim kısımlara değinilebilirdi. Örneğin Fremenler filmde yekpare bütün bir toplum olarak gösterilmedi. Gelenekçiler ve yenilikçiler olarak tanıtıldı. Bu ilk kitapta yer alan bir şey değil. Üçüncü kitapta yer alan bir şey. Ya da Lady Jessica’nın soy ağacı da yine ilk kitapta yer alan ayrıntılardan değil.
Yönetmen Denis Villeneuve’nun sadece ilk kitaba değil serinin diğer kitaplarına da hakim olması mutluluk verici olsa da ben açıkçası Lady Jessica’nın soy ağacından çok daha fazla görmek istedim uzay loncasının baharat kullanırken nasıl davrandığını.
Canlar eğer uzay loncasını anlatmazsam içimde kalır. O nedenle ucundan da olsa biraz evrenden bahsetmek istiyorum.
Canlar Dune evreninde insanlar çok uzun süre yapay zekaların ya da kitaplarda geçen ismiyle düşünen makinelerin kölesi olarak kaldığı için kölelikten kurtulduktan sonra bir daha asla düşünen makineler yapmama kararı alırlar. Ancak bilgisayarların sağladığı bir takım pratik avantajlar da medeniyeti ilerletmek için gereklidir. Bu nedenle insanlığı kapasitesinin üzerine çıkarmak için bir tür genetik mühendisliğe başlarlar. Basitleştirerek anlatıyorum. Diyelim İstanbul’da doğan on bin çocuk var. Bu on bin çocuğun matematiğe en yatkın beş bini seçiliyor. Sonra o seçilenlerin çocukları arasından da matematiğe en yatkınları seçiliyor. Sonra onların arasından da derken binlerce yılın sonunda ortaya Mentatlar gibi sınıflar ortaya çıkıyor. Sıradan bir insanın hayal bile edemeyeceği kadar büyük sayıları zihninde hesaplayabilen insanlar oluşuyor yani. Ancak gezegenler arası rota hesaplamak o insanlar için bile imkansız. Hesaplamaların çok hassas olması için. İşte burada uzay loncası devreye giriyor. Bu uzay loncasın da yer alanlar yine aslında bir tür Mentat. Ancak çok uzun süre zihin kapasitelerini arttırmak için baharat kullanmaları gerekiyor bu da onların vücutlarını deforme ederek onların vücutlarını balıklaştırıyor. Keza zaten bu arkadaşlar baharatlı su dolu su tanklarında yaşıyorlar. Yani baharatın önemli olmasının en büyük nedeni baharatın zihin kapasitesini arttırması.
Film bence baharatın önemine de yeterince değinmemiş. Yani daha doğrusu değerine. Bu evrende baharat o kadar değerli ki bir iki kilogramlık baharata sahipseniz daha doğrusu melanj’a sahipseniz kendi gezegeninizi alabilirsiniz. Yani tabii doğrudan böyle bir piyasa yok ama yine de anlatmak istediğimi anlatabildiğimi varsayıyorum.
Bu mekanikleri bilmeden evrenden tam olarak keyif almanız bana göre mümkün değil. O nedenle bunların filmde olmaması ile Tom Bombadil’in Yüzüklerin Efendisi’nde olmaması tam olarak aynı şey değil.
Filmde yanlış bir tercih olarak gördüğüm bir diğer kısım ise imparatorun sadık lejyonları sardaukar askerlerinin filmde çöp adama dönüşmesiydi. Canlar Dune evreninde bir tür güçler ayrılığı sistemi var. İmparator en tepede olsa da imparatoru denetlemek için kurulan, üyeleri büyük hanedanlardan oluşan bir tür meclis var.
Bu meclis, imparator güç zehirlenmesiyle bir hanedanlığı yok etmesin diye var. Olur da imparator böyle bir şey yaparsa kalan tüm hanedanlıklar birleşip imparatora karşı savaşsın diye. Tarihe bakacak olursanız biraz da derebeylik sistemine benzetebilirsiniz.
İşte tüm hanedanlıklar birleşse bile imparatoru devirmek o kadar kolay değil. Çünkü imparatorun çok sadık askerlerden oluşan bir lejyonu var. Yani sardaukar’lar. Bu sardaukar’lar savaş konusunda olağanüstü yetenekliler. Çünkü az önce anlattığım yapay seçilim olayını bunlar da binlerce yıldır devam ettirmiş ama bunlarda önemli olan savaş. Yani savaşa en yatkın çocuklar seçilmiş. Sonra onların çocukları, sonra onların derken ortaya dehşet saçan bir lejyon çıkmış. Efsaneler der ki her bir sardaukar alın teri bile dökmeden herhangi bir hanedanlığın on askerini öldürebilir.
Peki filmde sardaukar askerlerinin gücünü gördüğümüz tek bir sahne oldu mu? Hayır.
İlk filmde yine buna yönelik iki üç sahne vardı. Örneğin Jason Momoa’nın canlandırdığı Duncan karakteri bir yerde “Bize saldıranlar arasında sardaukar’lar da vardı.” Diyor. Lady Jessica “Emin misin?” diye soruyor. Bunun üzerine Duncan diyor ki “Leydim kusura bakmayın ama bir sardaukar askeri ile savaşırsanız bunu anlarsınız.”
Bu ve bunun gibi birkaç sahne vardı filmde sardaukar askerlerinin güçlü olduklarına yönelik referans sağlayan. Ancak bu filmde yine bu konu es geçilmiş. Sanki Fremenler şimdiye kadar isteseler çoktan gezegenin kontrolünü ele alırmış da hiç cesaret edip denememişler gibi bir anlatı var filmde.
Yani bir nevi sardaukar askerlerinin hakkının verilmediğini, onların ucuzlatıldığını düşünüyorum filmde.
Aynı şey kum solucanları için de geçerli. İlk filmde de bu filmin başlarında da kum solucanları ciddiye alınması gereken devasa yaratıklar iken Paul kum solucanı testini geçtikten hemen sonra solucanı ulaşım aracı olarak kullanmak İstanbul’da taksiyi ulaşım aracı olarak kullanmaktan daha kolay bir hal aldı. Cümlem espri içerdiği için abartıyormuşum gibi göründü ama pek de abartmıyorum. Zendaya filmin sonunda Paul’un gittiği yolun iyi bir yer olmadığını anlayınca ortamdan uzaklaşmak için kum solucanı kullandı.
İstanbul’da sevgilinizle tartışsanız ortamdan dramatik bir uzaklaşma için taksiye binip gitmek isteseniz yapamazsınız. Bu da demek oluyor ki koskoca kum solucanı fikri bir hayli ucuzlatılmış.
Canlar bakın çok fazla kişinin dikkat süresi bir hayli azaldığı için tekrar hatırlatmak istiyorum. Ben daha önce de söylediğim gibi filmi çok sevdim. Keza Denis Villeneuve de en sevdiğim yönetmenler arasında yer alıyor. Ama işte buralar içimde ukde kaldı. Eğer buralarda birkaç farklı tercih yapılsaydı bu film benim için Miğfer Dibi, Matrix 1 gibi asla unutamayacağım deneyimler arasında yer alırdı.
Ama ben şahsen moralimi henüz tam olarak bozmadım. Üçüncü filme yönelik beklentim şu an için iyi durumda. Ama şöyle bir gerçek var ki ilk filmde içimde kalan buruklukları ikinci filmde nasıl olsa buralar toparlanır diye geçiştirmiştim. Şimdi de umarım üçüncü filmde buralar toparlanır diyorum. Artık üçte de toparlanmaz ise ben biraz üzülürüm.
Mesela ilk filmde az da olsa değinilen, bu filmde komple pas geçilmiş bir şey daha var. Kalkanlar. İlk filmde kalkanlar aslında iyi işlenmişti. Bir nesnenin yavaş ise kalkanı geçebildiği ama hızlıysa geçemediğini gösteren sahneler vardı filmde. Bu filmde de kalkanlı birine neden lazer silahlarıyla sıkılmıyor onu görürüz, neden bilmem kaç bin yıl sonra bile insanlar halen savaşları bıçakla yapıyor bunlar anlatılır diyordum. Oralar da pas geçilmiş.
Filmde baya sevsem de sonradan beni üzen sekanslar da var. Örneğin Feyd karakterinin tanıtılma sekansı bence çok görkemliydi. Aynı zamanda sekans Harkonnen hanedanlığının kültürel olarak ne kadar gaddar, acımasız, sosyopat birer şerefsiz olduklarını da iyi özetliyordu. Örneğin sekansta Baron’un Feyd karakterine bir tür şaka, hediye, suikast karışımı bir sürpriz gönderdiğini görüyoruz. Onların kültürlerini özetlemek için bence basit ama etkili bir ekleme olmuş.
İlk filmde müzikleri çok daha aktif bir şekilde duyuyorduk. Özellikle hafif ağıtımsı olan müzik filmde bir hayli ön plandaydı. Sosyal medyada bu biraz da alay konusu olmuştu hatırlarsanız. O nedenle olacak ki bu filmde aynı müzik çok daha az kullanılmış.
Aslında ilk kitapta yer almayan, normal şartlar altında serinin ilerisinde görmemiz gereken bir takım olayları ise yönetmen Denis Villeneuve çok ama çok iyi işlemiş. Örneğin Paul karakterinin Fremenlerin çoğu tarafından kabullenişi normalde ilerleyen kitaplarda öğrendiğimiz kadarıyla annesinin içeriden yürüttüğü misyonerlik faaliyeti sayesindeymiş. Lady Jessica aslında bir Bene Gesserit ve bu konumun ona sağladığı tüm avantajları en ucuna kadar kullanma konusunda da cüretkâr biri. Bence yönetmen olayları yeniden kurarak büyük bir risk alıyor. Kitaplarda olayları öğrenme sıramızla filmlerde öğrenme sıramızın değişmesi cidden hikayeden elde edilecek deneyimi hem olumlu hem de olumsuz yönde etkileyebilir. Burada içimi ferahlatan tek kısım yönetmenin kurgu konusunda dünyanın en iyilerinden biri olması.
Özellikle kendi adıma konuşmam gerekirse Arrival filmi bana Denis Villeneuve abinin konu kurgu olunca ne denli başarılı olduğunu göstermişti. Bu nedenle yapıyorsa vardır bir bildiği diyorum.
Filmde bir diğer hoşuma giden kısım ise Paul’un henüz doğmamış kız kardeşi Alia idi.
Alia’nın henüz anne karnından olaylara müdahale ettiği kısımları çok beğendim. Şu an özellikle devam filminde Alia’nın doğumundan sonrası nasıl işlenecek diye merak ediyorum. Çünkü kitabı okuyanlar Alia’nın nasıl bir karakter olduğunu bildiği için heyecanlanıyordur diye tahmin ediyorum.
Tekrar belirtmekte fayda var. Canlar bakın ben filmi beğendim. Sadece yönetmene olan güvenimden dolayı daha fazlasını bekliyordum olmadı. Yine de bu filmi sevmedim demek değil.
Şimdilik bu kadar. Daha mutlu günlerde, daha mutlu haberlerle görüşene dek hoşça kalın. İyi ki varsınız ve unutmayın ki seviliyorsunuz.